Kayıtlar

İNSANLARI SÖZLERİYLE DEĞİL, HAREKETLERİYLE ÖLÇ

Resim
 Bazı insanlar vardır, ağızından bal damlar. Sana şiir gibi konuşur, kalbini yumuşatır, gözünü boyar, beynini pamuk şekerine çevirir. Öyle tatlıdır ki, bir an “ah bu insanla Mars’a bile giderim!” dersin. Ama gel gör ki, iş harekete gelince o bal damlayan ağız birden mühürlenir, eller cebine kaçar, gözler tavana dalar. Yaşar Kemal’in İnce Memed’inde dediği gibi: “İnsanları sözleriyle değil, hareketleriyle ölç!” Ne kadar doğru bir söz… Çünkü söz, süslüdür; hareketse gerçektir. Bir gün biri sana “Sen benim canımsın, ciğerimsin, gözümün nurusun!daha abartıp Vay gözünün yağını yiyim ” diyorsa ama en basit destek anında ortadan kayboluyorsa, o cümlelerin hiçbir kıymeti yoktur. Bir düşünün.Gerçek dost, omuz verir. Gerçek dost, iyi günde pohpohlamaz sadece, kötü günde de yıpranmış ruhuna merhem olur. Gerekirse sessizce yanında oturur, o bile yeter. Dostluğu, sevgiyi, insanlığı ölçmenin en iyi yolu, cümle koleksiyonu yapmak değil; davranış kütüphanesi oluşturmaktır. Biri “Her zaman yanında...

DÜŞÜNMEDEN ANLADIKLARIMIZ

Resim
 Kutu Kutu Pense: Dinlemeden Düşünmeden Anladıklarımız Çocukken hepimiz sokakta “Kutu Kutu Pense” oynadık, değil mi? Bir düşünün… O minicik ellerimizle daire olduk, dönedöne  hevesle bağırırdık: “Kutu kutu pense, elmamı yerse…” O kadar doğal söylüyorduk ki, kimsenin aklına “Yahu bu kutu kutu pense de neyin nesi?” demek gelmezdi. Gerçekten, niye elimizde kutular dolusu pense olsun ki? Penseli çete miyiz, marangoz dükkanı mı açtık belli değil. Meğer işin aslı bambaşkaymış: Fransa’da çocuklar “écoutez écoutez pensez” diye oynuyormuş bu oyunu. Türkçesi: “Dinle, dinle, düşün.” Yani iki kere dinle, sonra düşün. Biz ise dinlemeden düşünmeden direkt “Kutu kutu pense” demişiz. Fransız çocuğu dinliyor, düşünüyor, anlıyor… Biz de “Penseyi,elmayı  yersen sıra sende!” diye koşuşturuyoruz. Aslında bu sadece tek bir örnek değil. Günlük hayatta da aynı refleksi sürdürüyoruz: Söyleneni yarım yamalak dinleyip, anlamını karıştırıp, üstüne gayet eminmiş gibi kullanıyoruz. Sonra da özgüven ta...

ACININ İÇİNDEN GEÇMEK

Resim
 Acının etrafını dolaşamazsınız.Ne kadar uğraşsanız, kaçmak için ne kadar bahaneniz olsa da, o yolu dolanmaya çalışmak sadece zaman kaybıdır. Çünkü acı, size sadece gözyaşı değil; yeni bir bakış, daha derin bir kalp ve sağlam bir omurga armağan etmek ister. Hepimiz hayatımızın bir yerinde kırılmışızdır. Bir kayıpla, bir vedayla, bir hayal kırıklığıyla yüzleşiriz. O anlarda aklımızda tek bir soru döner durur: “Bu kadar canımı yakmak zorunda mıydı?” Evet, zorundaydı. Çünkü acının içinden geçmeden büyüyemezsiniz. Acının etrafından dolaşan, sadece erteler. Ama onun içinden geçen, dönüşür. Kendinizi paramparça hissettiğiniz anlarda aslında yeniden inşa edilirsiniz. Her mağlubiyet, kalbinizin görünmez odalarını biraz daha genişletir. Dayanıklılığınızın sınırlarını öğretir. Ve bir gün, o karanlık günleri anımsadığınızda, şunu fark edersiniz: “Ben o tufanı geçtim. Ve şimdi, hiç olmadığım kadar güçlüyüm.” Güç, kazanmakla gelmez. Güç, kaybettikten sonra ayağa kalkmakla gelir. Güç, hiç kimsen...

ZOR YOKUŞLARIN GİZLİ HEDİYESİ OLUR

Resim
Derler ki Allah, nasip edeceği yüksekliğe layık olsun diye önce kulunu yokuşlarla sınarmış. Başta pek anlamıyoruz tabii... Çünkü yokuş dediğin şey, başlarda hep kabus gibi görünür. Terletir, yorutur, bazen de “Ben buraya niye geldim?” dedirtir. Ama gelin bir düşünelim: Hayatınızın en dik yokuşları size neler kattı? Bakın, düz yolda yürüyen kimsenin baldır kası olmaz. Düz yolda yürüyenin nefesi tıkanmaz, dolayısıyla dayanıklılığı da gelişmez. Kısacası, yokuşlar sizi inşa eder. Bir bakarsınız, bir gün dibe vurmuşsunuz. Belki işten çıkarılmışsınız, belki yanlış bir seçim yapmışsınız ,kalbiniz kırılmış, hayalleriniz çarçur olmuş...insanız ya her şey olabilir . O günlerde hepimizin aklına o meşhur cümle gelir: “Ben bunları hak edecek ne yaptım?” Aslında cevap şudur: Bir şeyleri hak etmezsiniz; bir şeylere hazırlanırsınız. O zor günler olmasa sabrınız bu kadar genişlemezdi. O yokuşlar olmasa gücünüzü bu kadar tanımazdınız. O inişler olmasa zirveye çıktığınızda oranın kıymetini bilmezdiniz. B...

CİN GİBİSİNİZ 😉

Resim
  Bir adam, günün birinde çölün ortasında tozlu bir lamba bulur. Hani şu masallarda “üç dilek hakkınız var” diye ortaya çıkan cinli lambalardan. Adam lambayı ovuşturur, biraz da gösteriş olsun diye üfleyip parlatır. Ve tabii ki –hiç şaşırtmıyoruz– cin pat diye belirir. Mavi dumanlar, yankılı ses efektleri, tam takım şov. Cin gür sesiyle, “Üç dilek hakkın var,” der. Adam sırıtarak kollarını kavuşturur. “Bak,” der, “Ben öyle küçük küçük şeylerle uğraşamam. Altın, zenginlik, uçan halı falan istemiyorum. Dileklerim belli: 1. "Hayatta her istediğimi yapabilme gücü. 2. Düşündüğüm her şeyi gerçekleştirme yeteneği. 3. Ve bu gücün sonsuza kadar sürmesi.” Cin, bir süre sessiz kalır. Belki de ilk kez biri böyle kapsamlı, garantili bir dilek listesi hazırlamıştır. Sonra sakince gülümser ve tek cümleyle bütün büyüyü bozar: “Zaten sizde olan bir gücü size veremem.” O kadar. Düşünsenize, adamın yüz ifadesini.Adam şok! Koca bir ömür boyunca dışarıdan mucize beklemiş, lambanın içinden çık...

SINIRI OLMAYANIN SİNİRİ OLUR

Resim
  Samimiyet mi, Hadsizlik mi? O İnce Çizgiyi Kim Çekmişse Silinmesin Lütfen! Bir insanla tanışırsın. Güler yüz gösterirsin, bir “hoş geldin” dersin, kalbinin kapısını aralarsın. Sonra bir bakmışsın, o insan o kapıdan elini kolunu sallayarak geçmiş, hatta ayakkabılarını bile çıkarmadan salonunun ortasına oturmuş. Üstelik yanına ilişip “Ben burayı çok benimsedim!” diyerek sana ait olan sınırları kendi tapulu malı sanmaya başlamış. İşte samimiyetle hadsizliği karıştıranların en büyük özelliği budur: Sıcak bir tebessümü, sınırsız bir davet zannederler. İyi niyetini, başıboş bir otoyol sanarlar. Senin zarafetini, bir sus payı gibi yorumlarlar. Oysa insan ilişkilerinde saygının ince bir çizgisi olmalı. Ne kadar yakın olsak da ben benim, sen sensin. Her samimiyet, haddini bilmeyen ellerle yoklanacak bir kapı değildir. Bazen karşındakinin niyeti hiç de kötü değildir. “Kanka olduk!” sanır, sana “Sende kalayım, dolabındaki kazakları giyeyim” der. Bazen de kendini öyle cüretkar hissed...

Alevin Gövdesinde Vicdan

Resim
 Bir gün, ormanın kalbine gömülü binlerce yeşil yaprak, mavi göğe uzanmak yerine kor ateşin içinde titremeye başladı. Dallar, gövdeler, yuvalar… Hepsi birer birer karardı. Yangının sesi önce bir fısıltıydı, sonra kükreyen bir canavara dönüştü. Yanan çamların çıtırtısı, kaçışan kaplumbağaların ağır nefesiyle birleşti. Tavşanlar kulaklarını geriye yatırarak koştu; sincaplar minik elleriyle sarıldıkları dallarla birlikte kavruldular. Ateş sadece ağaçları değil, savunmasız hayCANları da yakıyordu. Orman bir evdi, bir sığınaktı. Şimdi, dumanın kararttığı gök altında hiçbir canlıya huzur kalmamıştı. O yangından kaçan hayCanlar vardı. Kimisi can havliyle toprağa gömülmeye çalıştı, kimisi kanat çırparak külle kaplı göğe yükseldi. Fakat en çok can acıtanı, yangını söndürmek isteyenlerin de yanarak yok olmasıydı. İnsanlar… Kimi hortumun başında tereddütsüz kaldı, kimi elleriyle su taşıdı. Onlar ormanın sessiz çığlığını duyabilenlerdi. Ateşi çıkaran başka insanlardı belki; bir kibrit, bir çık...